16 Eylül 2015 Çarşamba

Tophane


Şimdilerde nargilecileri ile bilinen semt. Tophane’ye geldiğinizi tophane binası ve iki tarihi camisinden anlarsınız. Camilerin arasındaki Tophane çeşmesini de unutmamak lazım. Biraz içerilerde yüz yıllık İtalyan stili binalar yetmişler laz mimarisi apartmanlar ile birlikte sokakları gölgelendirirler. Karabaş mahallesi hariç hemen her yer yokuştur. Dinamiktir sokaklar. Yuvarlanan şeylerle de oyun oynamak zordur. Toplar, misketler hep Boğazkesen'e gitmek ister. Şimdi asfalt olan sokaklar eskiden Arnavut kaldırımıydı. Ondan önce de doğal taşlardan örülmüş bir zemindi. Efes’te yada Pompei’de yürürken ayağınızın altındaki yol ne ise karartma günlerinde Tophane’deki sokaklar da oydu. Son karartma Kıbrıs harekatı zamanıydı. Boğaz köprüsünden ilk kez geçtiğim yıl. 

Çeşitli kökenlerden insanlar bulunur Tophane’de; Arap, Kürt, Ermeni, Muhacir, Laz, Rum. Eğer Tophane’de büyümüşseniz, günümüzde çokça yapılan etnik tartışmalara bir garip bakarsınız, anlam veremezsiniz. Arap ve laz kankalarla saatlerce top oynayıp Maria teyzenin soğuk suyunu içmiş, paskalyada yumurta boyamışsınızdır, bunun bir Hristiyan adeti olduğunu öğrenmeden yıllar önce. Rumlar pek kalmadı artık. Eski yüzleri hatırlamakta insan güçlük çekiyor fakat Hamdi amcayı unutmuyorum. Yuvarlak gözlükleri vardı. Büyük Postanede telgrafçıydı. İngilizler geldikten sonra ortalardan kayboldu. Biz vuruldu sanıyorduk ama Ankara’ya kaçmış. İşgali ilk o haber vermiş Ankara'ya. Hep Konya’yı görmek isterdi zaten. “Bizim atalar Manastır’a Konya’dan gitmiş” derdi bana, “Senin de öyle, biz Karamanoğlu'yuz, Osmanlı değil” deyip gülerdi. Kafamı karıştırırdı. Bence Ankara’dan da Konya’ya gitti. 

Gündüzleri dolaşan İngiliz askerlerine uzaktan “fakyuuu” diye bağırıp kaçışırdık. Bir kaç kere silah attılar arkamızdan. Biz ise çocukluğun verdiği salaklıkla eğleniyorduk. Geceleri ise mahallenin abileri bizi kovalayan İngilizlerin işlerini sessizce bitiriyordu. Bir süre sonra ortalıkta asker dolaşmaz oldu. Tophaneye pek yaklaşamadı İngilizler. Top müzesinin yanından Çukurcuma’ya doğru uzanan caddeye Boğazkesen denmesi o yüzdendir. İstanbul’un işgal edilemeyen tek semtinin gururudur. 


Eski sokak taşlarını Bizanslılar döşemişti. Maria teyze bize olduğu gibi, taş işçilerine de su dağıtmıştı. Bir gün çok endişeli görünüyordu Maria. Sorduk, Türkler kuşatma başlatmışlar dedi. Oğlu Bizans ordusundaydı. Bazen mahalleye uğrar, biz de peşine takılırdık. Çok güzel, püsküllü bir kaskı vardı. “Marko abiii kaskını versene” diye yalvarırdık. O da bizi kırmazdı. Evde kaldığı birkaç saat süresince elimizde tahta kılıçlar, kafamızda gerçek bir kaskla geberinceye kadar koştururduk. Kuşatmayı duyunca gidip bakalım diye heveslendik, fakat hem çok uzaktı, hem de dönüşte sıkı bir zılgıt yiyeceğimiz kesin gibiydi.

Biz gidemedik ama bir kaç gün sonra kuşatma bize geldi. Haberi alır almaz sahile koştuk. Gözlerimize inanamıyorduk. Türk askerleri sahile yanaştırdıkları koca kayıkları karaya çekiyor, sonra da omuzlarına kadar kaldırıp bizim mahalleye doğru ilerliyorlardı. Sonra Galata  Kulesine doğru dönüp ıkına sıkına tepeye çıkıyorlardı. Bütün gece sürdü, biz de sabaha kadar seyrettik. Eve gidip uyuduğumu ama bir zaman sonra annemin kaldırdığını hatırlıyorum. “Kalk, top sesleri geliyor.” diye uyandırmıştı beni. Top sesleri bir aydan fazla sürdü sanırım. Seslerin kesilmesinden bir kaç gün sonra da Marko abi geldi. Annesinde bir sevinç ki sormayın. Günlerce savaşı anlattırdık. Sonunda Türkler surları yıkıp kazanmışlar. O surları nasıl yıkabilirlerdi ki? Pek inanmamıştık ama yıllar sonra gözümle gördüm, gerçekmiş. 

Pek bir değişiklik olmadı hayatımızda. Ara sıra sarıklı ve uzun bıyıklı amcalar görürdük mahallede. Daha önce de görmüştüm benzer insanları. Develeriyle sahilde karşı kıyıya geçmek için bekleşiyorlardı. Ama onlar Arap'tı. Mal getirmişler dönüyorlarmış. Biz o zaman bir kulübede yaşıyorduk. Etraf ormandı. Babam karşı kıyıdaki şehirden oraya göç ettiğimizi söylerdi. Biz Kalkedon derdik, babam ısrarla körler ülkesi derdi oraya. Neymiş, suyun bu tarafı o kadar güzelmiş ki, Kalkedon’a yerleşmek için kör olmak gerekirmiş. Bizim tarafta şehir falan yoktu. Tek tük, babam gibi maceracıların kurduğu kulübeler. 

Günler güzel geçiyordu o zamanlar. Babamlar sabah toplaşıp ava giderler, biz de bir süre peşlerinden. Sonra geri kovalanırdık. Biz de köyün etrafında kendimize göre avcılık oynardık. Evden seslenme mesafesinden fazla uzaklaşamazsın, yoksa sopa. Yine de deniz kenarına gittiğimiz günler olurdu. Sular hala bulanıktı. Eskiden dere akan yerde şimdi nehirden bile geniş bir su vardı. Deniz gibiydi. Suların basmasından bu yana aşağı vadide yaşayanlardan  haber alamamıştık. Üç tane göl vardı vadinin ötesinde. Hepsi sular altında kaldı. Sular gelmeye başladığında annem derede bir şeyler yıkıyormuş. Biz de kulübenin yakınlarında ablamla oynuyorduk. Annem heyecanla gelip, bizi kaptığı gibi tepeye çıkartmıştı. Bütün köy tepedeydik. Dere tarafından gelen inanılmaz büyüklükteki seli korku içinde seyrettik. Neredeyse an be an aklımda. Öleceğimizi zannediyorduk ama sular bize ulaşamadı. Babamlar avdaydı ve dönmeleri üç gün sürdü. Suyun öteki tarafında kalıp bir salla bu tarafa geçmişler. 

Sal demişken, köyden aşağılara inince büyük bir göl vardı eskiden. Söylentiye göre gölün öteki tarafında atalarımızın geldiği gemi vardı. Söylentinin saçmalığı da buydu işte. Deniz olmayan yerde gemi ne arasın? Biz çocuk aklımızla bile bunun uydurma olduğunu fark ediyorduk. Fakat yaşlılar inatçıydı. Hele büyücü, hem inatçı hem de sinirliydi. Bir gün “Deniz” diyecek olduk, hepimizi kovaladı.

Biraz salak ama çok sevdiğim bir arkadaşım vardı. “Gidelim gemiyi bulalım” diye başımın etini yiyordu. “Tamam lan” dedim sonunda ve biz sabah erkenden yola koyulduk. Arkadaş hatırına dönüşte yiyeceğim dayağı sineye çekecektim. Öğleye doğru göle ulaştık. Göl aslında üç gölün birleşimi gibiydi. Karşıya geçecek en dar yeri bulana kadar akşam oldu. Kıyıdan biraz uzaklaşıp geceyi geçirdik. Gece suya gelen vahşi hayvanların sesleriyle zaman zaman uyanıyorduk. Şimdi düşünüyorum da, ne delilik. 

Ertesi sabah su kamışlarıyla ilkel bir sal yapıp karşıya geçtik. Öğlene doğru artık yürümekten acı çekiyordum ki, ormanda büyük bir açıklığa çıktık. Açıklığın orta kısmında bir şey parlıyordu. Yanına gittiğimizde acayip bir şey ile karşılaştık. Kocaman, parlak ve vurunca büyücünün davuluna benzer ses çıkaran bir şey. Taşla da vurduk ama çizik bile atamadık. Sadece daha çok ses çıktı. Üzerinde garip işaretler ve pencereler vardı. Arkadaşıma göre gemiyi bulmuştuk. Atalarımızın geldiği gemiyi. Ben de biraz geriye çekilip uzun uzun baktım. Haklıydı galiba. Dönüşte gemiden bahsedene kadar epey sopa yedik. Sonraki günlerde ise kral gibiydik. Sürekli gemiyi anlatıyorduk. Büyücü de gururla bizi onaylayıp durdu. 

Gemiye çok gidip gelen oldu sonradan. Hatta içine girip acayip şeyler getirenler de oldu. Ben de ikinci gidişimde geminin içine girmiştim. Karanlıktı ve sesler garipleşiyordu. Bir koridordaydım. O koridordaki karanlığı da çok net hatırlıyorum. Unutulmaz bir gündü. Bir süre sonra ışıklar yandı ve enerji seviyesinin normale döndüğü anonsu yapıldı. Doğruca kaptanın yanına koşup, neden enerji sorunu yaşadığımızı sormuştum. Kaptan beni severdi. Çocukmuşum gibi değil de yardımcısıymışım gibi açıklamalar yapardı. O günü hiç unutamadım. Kaptan hedeflenen gezegene yaklaştığımız için geminin hızını azaltmamız gerektiğini, buna bağlı olarak enerji seviyesindeki dalgalanmayı ayrıntılarıyla anlattı. Gezegen yakında görüş alanına gireceği için de beklememi söyledi. O an yanımda olduğunu fark ettiğim, ileride eşim olacak kızın elini sıkıca tuttum. Güzel gamzeleri ile bana gülümsüyordu.

Bir anda ekranlara masmavi bir gezegenin görüntüsü geldi. Komuta odasında heyecanlı haykırışlar çınlıyordu. Tıpkı benim gibi, bir çoğu gemide doğmuş ve ilk defa gezegen görüyorlardı. Gerçekten çok güzeldi. Biz gözlerimizi gezegenden ayıramazken kaptanın sesi duyuldu “Yeni evimize geldik arkadaşlar.”. 

Ne günlerdi…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder